Midilli Adası Gezisi…

Avrupa’nın en batı ucuna yolculuk…
18/05/2014
Fransız Rivierası’nın başkenti: Nice
26/05/2014
Avrupa’nın en batı ucuna yolculuk…
18/05/2014
Fransız Rivierası’nın başkenti: Nice
26/05/2014

BÖLÜM 4

Elveda Lesvos…

Haritada 4. gün rotamız
Haritada 4. gün rotamız

Bugün, son günümüzde adanın doğu ve kuzeyini keşfedeceğiz, bakalım neler göreceğiz? Şimdiye kadarki izlenimlere göre, Midilli’nin Türkiye’ye bakan kuzey ve doğu kıyıları yerleşime daha uygun ve zeytin, çam ağaçları ile kaplı. Güneyde zeytin, çınar, kestane, ıhlamur çok fazla, fakat batı tepeleri ve kıyıları çorak, kel tepelerden oluşuyor.

Sabah çok erken olmayan bir saatte  Mitilini’den kuzeye doğru çıkmaya başlıyoruz. Feribotla adaya yaklaşırken uzaklardan görülen kırmızı-beyaz bacalı çirkin yapının enerji santralı olduğunu öğreniyoruz… Hangi akıllı düşündü acaba Epano Skala gibi antik ve güzel limanın hemen yanı başına böyle bir heyulayı dikmeyi? Dünyanın her yerinde mevcut demek ki böyleleri…

Sağda ve solda terkedilmiş sabun ve zeytinyağı imalathaneleri arasından geçiyoruz, eski tuzlu balık fabrikaları da varmış buralarda… Şimdilerde biraz sanayi sitelerini andıran küçük imalat yerleri var gibi… Biz bunları izlerken zaten hemencecik Moria’ya geldik bile! Moria da hedef “Roma Su Kemerleri”.

Roma Su Kemerleri
Roma Su Kemerleri
Roma Su Kemerleri
Roma Su Kemerleri

Sola doğru ayrılan tali bir yolla Moria köyüne giriş yaptık da, rehber kitapların dediğine göre su kemerleri biraz gizlenmiş gibi, bulmak zor. Taş duvarlarla aynı renkte çok ufak bir-iki tabelayı hemen yakalıyorum ve dar sokaklardan mahalle içine dalıyoruz. Evlerin bahçe duvarlarına paralel gidip, bir minik meydanda kahvede oturanları neredeyse teğet geçip, eşimin “soktun bizi gene bu daracık yollara” sitemi ile köyün arkasında bir vadinin içine giriyoruz ve sürpriz…. Karşımızda anıtsal Roma Su Kemerleri…

M.S. II. yüzyıla ait bu kemerler aslında 26 km. uzunluğundalar ve geçmiş bölümlerde anlattığım dağ kasabası Agiassos’dan Mitilini’ye su getiriyorlar. Ne yazık ki günümüze bu anıtsal kemerlerden ancak 17 kemer=170 mt. kalabilmiş. Zeytin ormanları arasında uzanan vadiyi boydan boya geçen  kemerler son derece anıtsal gözüküyor minik köy evlerinin yanında. Daracık köy yolları ile ana yola kavuşuyoruz yeniden. Adada yaşayanlara göre bu mesafeler uzun geliyor ama bizim gibi bir ucundan diğer ucuna 100 km. olan dev gibi bir şehirden gelenlere bu kilometreler nedir ki?

Göz açıp kapayana kadar kendimizi Thermi’de buluyoruz (Haritada no. 6). Adından da anlaşılacağı gibi burada binlerce yıllık kaplıcalar var. Adanın tüm yerleşim birimlerinde olduğu gibi köyler korsan gözlerinin erişemeyeceği tepelerde ama hepsinin iskeleleri var deniz kıyısında (skala=iskele). İşte biz de şimdi Thermi sahillerinde sabah kahvemizi içelim diyoruz.

Thermi Sahilinde Balıkçı Kahvesi
Thermi Sahilinde Balıkçı Kahvesi
Thermi Sahili
Thermi Sahili

Güzel bir balıkçı limanına park ettik emaneti, kıyıdaki bir-iki kahveye doğru yürüyoruz ama önce karayolunun solundaki büyük, harabe halindeki yapıya dikkat kesiliyoruz. Bu gençliğinde kesinlikle bir harika olan yapı, Yunanlıların “Sarlitza Palace” dedikleri kaplıca merkezi.

İsmin kökenini çok araştırdım ve sonunda “Sarı Ilıca”dan geldiği çıktı ortaya. Sular kükürtlü olduğu için sarıya boyanıyor suyun geçtiği yerler ve bu ismi alıyor. Son derece şık bir kaplıca oteli olarak 1909’da Molla Mustafa Hasan Efendi tarafından yaptırılıyor. Devrin bütün aristokrat zenginleri buraya tatile geliyorlar ve tüm çevrede meşhur oluyor. 1933’e kadar işler başarı ile devam ediyor fakat daha sonra düşüşe geçiyor ve terk ediliyor, bugünkü perili köşk haline geliyor.

Bahçesindeki dev palmiyelerin arasında bir restorasyon levhası da dikkat çekiyor ama ben hiçbir yenileme çalışması göremedim doğrusu…

Sarlitza Palace
Sarlitza Palace

Ağlarını onaran balıkçılar bizlere Türkçe “Merhaba” diyorlar, biz de “Kalimera” diye cevap veriyoruz. Mendireğin arkasındaki şirin kahveye oturuyoruz, gelsin orta şekerliler…

Thermi'li Balıkçılar...

Kahve molasının ardından yolumuz tatlı virajlarla tepelere çıkıyor, sahillere iniyor, köylerden geçiyor. Ufukta Anadolu’nun bereketli kıyıları aşağıda güzel plajlar, iniyoruz, çıkıyoruz…

Bir başka zaman bu küçük kıyı köylerindeki ucuz pansiyonlarda kalarak güzel bir deniz tatili geçirebiliriz diye düşünüyorum. Fiyatlar Türkiye’den ucuz ve yaşam çok keyifli burada. Bizim sahillerin kalabalık ve üst üste halinden eser yok…

Pedi köyünden sonra kıyıdan uzaklaşarak biraz yükseliyoruz. İleride Mantamados kasabası gözüktü (Haritada no. 7). Kasabanın ana meydanına arabayı park ederek seramikleri ile meşhur kasabanın dar sokaklarına dalıyoruz.

Mantamados Sokakları
Mantamados Sokakları

Bu kasaba aynı zamanda et ve süt ürünleri ile de meşhur. Birçok güzel peynirci ve bu küçük yerde olmayacak kadar çok kasabın önünden geçerek küçük kiliseye geliyoruz, ziyaret etmeden olmaz… Kilisede boya-badana var, yaza hazırlık yapıyorlar.

Kilisede Bakım
Kilisede Bakım
Kilisedeki Din Adamı...
Kilisedeki Din Adamı…

Biz de ufak bir teftişten sonra kasaba turumuzu atıyoruz. Mantamados’un hayvancılık yönünü simgeleyen, çıngırak, eğer, gem, kayış gibi malzemeleri üreten ve artık bizde pek görülmeyen bir saraç bize ilginç geliyor.

Mantamados'da Saraç
Mantamados’da Saraç

Asıl biz hanımları ilgilendiren bu kasabanın “seramikçi” özelliği. 1922 Mübadelesinde Çanakkale’den gelenlerle yayılıyor bu sanat. 1950 yılında 60 seramik atölyesi, 2000 yılında 9’a düşüyor ve yaptığımız sohbette ise bugün artık ne yazık ki 4 atölye kaldığını söylediler. Arabayı park ettiğimiz girişteki meydanda yer alan atölyeye giriyoruz. Baba Stelyo çarkın başında üretiyor, kızı Marina üzerlerini süslüyor…

Stelyo İşbaşında...
Stelyo İşbaşında…
Seramikçi...
Seramikçi…

Rengarenk bir dünyaya dalıyoruz. Tabaklar, çanaklar, testiler, ibrikler, daha neler, neler… Fiyatlar da Agiassos’dan çok daha ucuz. Marina birkaç kelime Türkçe  konuşuyor, çok tatlı insanlar… Tabii biz de birkaç parça almadan çıkmıyoruz dükkandan.

Fazla geç kalmadan Taksiarhis Manastırı’na  gitmeliyiz. Levhaları takip ederek kasabanın hemen dışındaki manastırın park yerine geliyoruz. Çok meşhur olmalı burası, otobüslerle gelenler var. Kilise baş melekler Michael ve Gabriel’e adanmış ve en büyük özelliği de çamur ve kanla yapılmış bir Meryem ikonasını barındırması.

Taksiarhis Manastırı
Taksiarhis Manastırı
Başmelek
Başmelek

Meşhur ikonayı apsise yakın bir kürsüye yerleştirmişler 4-5 hanım, monoton bir ses ve bildik bir makamla ilahiler okuyorlar. Herhalde bir dilekleri yerine geldi ve adaklarını getirdiler ve ilahileri şerefe okuyorlar.

Kilisenin giriş dışındaki tüm duvarlarında bel hizasına gelen camlı dolaplar var ve içleri ağzına kadar altın takılarla dolu. Hepsi modern mücevherler ve adak olarak kiliseye bağışlanmışlar. Sadece bizde yok demek ki böyle işler…

Avlu sakin ve asırlık çınarların gölgesi bizi çekiyor ama öğlen yemeğinde çok şirin bir yerle randevumuz var: 15 km. ilerdeki Skala Sykamineas’a iniyoruz döne döne yemyeşil bir tepeden. Masmavi deniz kıyısındaki minik balıkçı köyü şimdiye kadar gördüklerimin en güzeli (Haritada no. 8).

Skala Sykamineas
Skala Sykamineas
Skala Sykamineas
Skala Sykamineas
Skala Sykamineas
Skala Sykamineas

Bir bakkal, birkaç ev, terkedilmiş bir zeytinyağı fabrikası, 2-3 hediyelik eşya dükkanı, 3 lokanta ve en güzeli, sahilde denizin içinden yükselen bir kaya üzerindeki bembeyaz, küçücük şapel: “Panaghia Gorgona” = “Deniz kızı Meryem”…

Panaghia Gorgona
Panaghia Gorgona

Denizcilerin koruyucu Meryem’i. Kıyıdaki minicik balıkçı barınağına renkli tekneler bağlamış, bizleri selamlıyorlar. Benim pek tanımadığım Yunanlı yazar Mirivilis buradaki dut ağacının altında ünlü romanını yazmış. İşte şimdi o 130 yıllık dut ağacının altında ve tam kıyıdaki tavernadayız.

Dut Ağacının Altında
Dut Ağacının Altında
Bizi Bekleyen Ahtapotlar...
Bizi Bekleyen Ahtapotlar…

Kalabalık bastırmadan tam kıyıdaki güzel bir masaya kuruluyoruz. Önden masa düzenini sağlayan öncü personel geliyor, gidiyor, sonra işletmenin sahibi sempatik Vangelis kocaman bir gülümseme ve sıcak, Türkçe bir “Merhaba” ile bizi karşılıyor. Bilmediğimiz bazı değişik mezeleri bize tattırmak için ikram kabilinden atıştırmalık lezzetler getiriyor, müesseseden olduğunu üzerine basarak ekliyor.

Sohbet koyulaşıyor, Türkiye’den dün döndüğünü, arkadaşının Assos’daki evinde ve Bursa’da kaldığını, kebapları mideye indirdiğini anlatıyor, masamızı donatıyor. Bütün bunları yaparken arka masada Schnitzel yiyen Almanları göstererek “Bu yiyecekleri bunlar sevmez, sizlerle damak zevkimiz aynıdır!” diyor. Doğru söze ne denir?

Biraz sonra, sofraya daha önce görmediğimiz küçük, beyaz etiketli bir şişe geliyor. Vangelis “çok özel” diyor. Bu da ne? 47 derece alkollü özel bir Barbayanni uzo. Sonradan satın almak için marketlerde çok aradık ama bulamadık. Hayatımızda ilk defa bu derece alkollü bir içki içiyoruz… Nasıl yapmışlarsa kadife gibi yumuşak. Tadımlık birkaç yudumla mezelerimizi, ahtapotları, kalamarları silip süpürüyoruz. Sonuç: Kişi başı 15 €. Cunda’da  yeseydik kaç verirdik acaba?

Gönülsüzce bu güzel balıkçı köyünden ayrılıyoruz, sırada daha görülecek yerler var…

Paylaşmak ister misiniz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir